Sepin Sinanlıoğlu: Türkiye’yi anlamak istiyorum

Sepin Sinanoğlu’nun ‘Ağıtların Tanrısı’ kitabının ardından ilk romanı ‘Hoyrat’, Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Sinanoğlu kitapta, aile yadigarı piyanonun peşinden geçmişi, aşkı ve aidiyeti bulmak için İstanbul’dan Bitlis’e bir yolculuğu anlatıyor.

Sepin Sinanlıoğlu ile ‘Hoyrat’ı konuştuk.

Sizi ‘Ağıtların Tanrısı’ ile tanımıştık. İlk romanınız ‘Hoyrat’ ise çok katmanlı bir anlatı. Bir aile hikayesi olduğu kadar ülkenin hikayesi, aşk hikayesi, kayıpların hikayesi. Çıkış noktanız neydi?

Aramak, hatırlamak, unutmak, hafıza, ait hissetmek-hissetmemek, azınlık-çoğunluk olmak gibi konular ve genel olarak polariteler beni cezbediyor. Uçları merak ediyorum. İki ucun birbiri içinde var olabilme ihtimalini de merak ediyorum.

Ayrıca Türkiye’yi çok seviyorum, bütün marazlarına rağmen, yani, insan seviyor memleketini. Türkiye’yi anlamak istiyorum, bana gösterdiğinden daha fazlasını görmek istiyorum. Hikayeler ve anlatmak benim için anlamlandırma çabası ve kendimi arayışım sanırım. Bahsettiğim uçları ve Türkiye’yi biraz da olsa görmeden kendimi bulamayacağımı, hiçbir şeyi anlamlandıramayacağımı biliyorum. Bir merakın, anlama çabasının peşinden, uçları, Türkiye’yi, kendimi ararken ‘Hoyrat’ çıkıverdi.

‘ASIL AİDİYET, AŞİNA OLMADIĞIMIZDA AŞİNALIK BULMAK’

İstanbullu Ermeni bir ailenin Bitlis’teki köklerini, nasıl savrulduklarını okumak, bildiğimiz ama yeterince de konuşmadığımız yakın tarihi gündeme getirmesi açısından değerli. Kendi tarihine (mecburen) yabancı bir başkahramanı anlatıyorsunuz. Miran bir türlü aidiyet hissedemiyor mu?

Galiba Miran’in içi çok karışık. Miran evsiz hissediyor. Anne karınsız, yuvasız. Ev olarak hissettiği yer/insanlar artık yoklar. Geçmişine, ailesinin sırlı geçmişine hakim değil. Kendini, piyanoyu ve Leyla’yı ararken asıl olan yavaş yavaş Miran’ın önüne açılıyor.

Aidiyet dediğimiz nedir? Aidiyet bence tanımadık olanda da tanıdık bir şey bulabilmektir. Diğeri kolay. Ama aşina olmadığımızda aşinalık bulmak, asıl aidiyet bence budur. Miran sanırım romanda bu dediğimi buluyor. Benim için en saf en has aidiyet işte bu.

Hoyrat, Sepin Sinanlıoğlu, 280 syf., Doğan Kitap, 2024.

Romanda Hrant Dink’e selam var. Bu romana onu katmamak olmazdı, değil mi?

Olmazdı sanırım. Evet, naçizane bir selamım var. Miran’ın kuzeni Maral’la yani ailenin ihtida etmiş kanadıyla tanıştığı Bitlis’te, yürürken, Miran hep yürüyor ya, sokakta yolda bulduğu güvercin. Kuzeni Maral’ın emanet aldığı, büyüttüğü güvercini, evet, Hrant Dink olarak hayal ettim. Sonra kafası bembeyaz bir kedi öldürüyor güvercini. Kötülük aygıtını da o beyaz kafalı/bereli kedi olarak düşündüm.

Romanda ayrıca Saroyan da var. Bitlis olunca da Saroyan’sız olmazdı. Temsili tabii. Bitlis’te suyun başında bendir ve duduk çalan adamı Saroyan olarak hayal ettim. Fiziksel olarak Saroyan’ı tarif etmek istedim. Miran da daha sonra Bitlis’ten İstanbul’a dönünce o adama benzettiği bir seyyar satıcıyı görmek için Galata Köprüsü’nde hep aynı noktaya gidiyor. Bitlis’te bir yabancıda yakaladığını İstanbul’da başka bir yabancıda buluyor. Duduk oyuyor o adama ağaçtan. Ama geç kalıyor ve veremiyor. Zamanı hoyrat kullanmak ve aidiyet böyle bir şey sanırım.

‘YAS VE AŞK HEP EL ELE VE DİZ DİZE’

Anlatıda yoğun bir yas duygusu hakim: Kişisel yas ve toplumsal yas. Diğer yandan da büyük bir aşk. Aşkı yasla yaşamak mümkün mü?

‘Aşkı yassız yaşamak mümkün mü?’, belki de soru bu olabilir. Yas olmayan bir aşk, aşk olmayan bir yas düşünemiyorum. İkisi sevgili gibiler, hep ele ele ve diz dizeler. Geçirgenler de. Birinde hep diğerinden var, birinin tanımı diğerini de ihtiva ediyor. Biri diğeri olmadan eksik. Her ölenin bir gün doğmuş olduğu gerçeği gibi bir şey.

Miran’ın annesiyle ilişkisi romanın ana eksenlerinden biri. Anne-oğul ilişkisinin hassaslığı da aslında kayıplarla ilgili. Sevgisiz görünen annenin de hikâyesi var.

Evet. Aslında hikayeye bir neden bulma, onu rasyonaliteye oturtma ve hatta açıklamadan ziyade ailede, hanede veya herhangi sistemik bir ünitede bir kişinin kendini aramasıyla diğerlerine etki etmesi ihtimalini araştırıyorum ben. Kaosun içindeki kanat çırpmak gibi. Bu ihtimale inanıyorum. Bu ihtimale başımı yaslıyor, onunla neşeleniyorum. Yazdığımda da bu var sanırım.

Hoyrat aynı zamanda hafıza ve zaman üzerine bir roman. Neden “Zamanı hoyrat kullanmak sekizinci günah”?

Zamanla büyük bir derdim, dert doğru kelime değil belki de, oyunum var. Ne dersem tam adını koyamıyorum. Zamanı çok merak ediyorum, zamana karşı çok büyük zaafım var. Bana açık edeceklerini, bana söyleyeceklerini duymaya çalışıyorum. Düşünsenize hafıza dediğimiz bir şey var, zamanın kucağında oturuyor, yani zaman kucağındakine bakarak her şeyi görüyor, olmuş olan her şeyi. Yazılmış, yazılmamış bütün hikayeleri.

Ama biz onu hoyrat kullanıyoruz, zamanı yani. Yazmamız gereken hikayelerimizi, hayır kurmacadan bahsetmiyorum, kendi hayat hikâyelerimizi yazmıyoruz. Biz böyle yapınca zaman bize bakıyor, yüzünde ironik ya da ironik olmasa da acı bir tebessümle bize bakıyor, içinden “Sen henüz büyümedin” diyor. Zaman hikayesini yazamayanlara acımıyor ama onları çok ciddiye de almıyor. Bizi yani.

İşte zamanı hoyrat kullanmak bu yüzden sekizinci günah.

(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)